ÇUKUROVA’DA BİR PUDUHEPA  (SEDAT MEMİLİ YAZDI…)

0

Çukurova’ya sadece portakal çiçeğinin değil, sanatın kokusu da egemen olur…
Paslı tank ve çelik kokusuna inat…

“Uzakdoğu demeyin lütfen… Uzak derseniz uzak olur. Yakın doğu deyin, yanımızdaki doğu deyin…”
“inadına Adana’da kalacağım… Bu topraklara borcum var. Ben bu toprakların ilmek ilmek işyeyip bu hale getirdiği bir insanım. İnsan kendini doğuran anasını terk eder mi? Ben de Adana’yı terk etmeyeceğim…”
“Depremde sadece yapılar değil duygular da parçalandı… “
“Üzülmeyin, en muhteşem yeniden doğuşlar, en büyük yıkımların enkazında gerçekleşir…”

SANATIN KOKUSU
Atmosferin kendine özgü kokusu vardır… Savaş, paslı demir ve çürümüş tank çeliği kokar. 
Barış, ay çiçeği tarlasında gezinirken hissettiğiniz gibi aydınlık kokar. Sevgi, hüzün, matem her duygunun kokusu özeldir…
Peki ya sanatın kokusu… 
İşte bugün ondan söz edeceğim. 
Sayın Ayşegül Kavas -kendisini ebru sanatçısı olarak biliyorum- 2 Aralık 2024 Pazartesi günü Çırçır Sanat Galerisi’nde bir etkinliğe davet etti. 
Etkinliğin adı bile mistik bir derinliği yansımasıdır; “Çukurova’da Bir Puduhepa”
Sayın Azize Atasoy Ekli’nin Küratörlüğünde çoğunluğu Adana’dan olmak üzere Özbekistan, Hollanda, İran, İstanbul, İzmir, Bursa, Ordu, Osmaniye, ve Zonguldak’tan toplam 36 sanatçının eserleri sergilenmiştir. (Fot. 01) 
Sergi Seyhan Belediyesinin desteklediği etkinliğin açılış konuşmasını Küratör Azize Atasoy Ekli yaptı: farklı disiplinlerde çok sayıda sanatçıyı Adana’da ağırlamaktan dolayı mutluluk duyduklarını söyledi. 
Gerçekten mutluluk… 
Galerinin girişinde yüzümüze sanat atmosferinin muhteşem havası çarpıyor. 
Evet kokudan söz etmiştim. 
Tabloları gruplar halinde fotoğrafladım. Hepsinde ayrı bir derinlik ve ayrı bir anlamın kokusunu ciğerime çektim.
Mehmet Kumru’nun eserlerinde Türkiye’nin efsanevi atları Baba Saad ve Baba Kuruş’un Atatürk’e minnettarlığını hissettim. (Fot.1) 
Derya Karacalıoğlu renk ve desenleri ile beni Çukurova’nın en sevilen “Şahmeran” efsanasine götürdü. 
Havva Kutun’un tabloları zihnimde derin etki bırakan bir anıma götürdü. Saç’a dönüşen kadınlar… Özellikle sosyete pazarlarında kadınların saça dönüşmelerini şiddetle eleştiriyordum. Gördüğüm tablo bu anlayışımın kanıtı gibiydi. Kendine güvenen, zorluklara direnen bakımlı bir kadının saçları olmasa da güzel olabileceğini gördüm. 
İnsan olarak kadının kimliğinin saçından çok daha değerli olduğunun tablosuydu gördüğüm. Direncin, var oluş çığlığının o muhteşem çağrısını duydum. (Fot 2) 

AYŞEGÜL KAVAS: PARÇADAN SEMAZEN’E…
Değerli arkadaşım Ayşegül Kavas, yedi eseri ile katılmış sergiye. Tabloları incelemeye başladım. Picasso’nun Guernica’sını andıran bir tabloya takıldım. Bu tablo çok farklıydı tabi… Guernica parçalanmışlık ve dağılmışlığı sembolize ederken Sayın Kavas’ın eserinde semazenleri gördüm. Parçalanmışlıktan semazenlere doğru bütünleşme. Belki de hiç öyle bir şey kast etmemişti. Sanatın muhteşemliği de burada… Sanatçı bir eseri yapar, onun izleyeni kadar da anlamı olur. 
Doğayı olduğu gibi yansıtsa, ona fotoğrafın taklidi denir. Okyanusun bütün tehditlerine karşı tek başına duran ve yelkenliyi andıran bir eser gördüm… Ve Merkezı Camii… Esasında orada merkez Cami yok… Toplu olarak renklerin dizilişi bize merkez Camii’nin varlığını algılatıyor. Renkler ve çizgiler geçen bir bulutu andırıyor. Ben baktığım sırada Merkez Camii oluvermiş… 
“Bazen bir bulut gözümüzde bir ejderha oluverir; 
Bir duman, bakarsın, ayı oluvermiş, ya da bir aslan, 
Derken kuleli bir hisar, korkunç bir kayalık…
İnişli çıkışlı bir dağ, masmavi bir yarımada…”  
Elbette ressamların bir sanat formu…
Shakespeare böyle bir dizeyi, belki de böyle bir tablo karşısında yazmıştır. Kim bilir? 
Sonra Sayın Kavas geldi. Tabloları tek tek anlattı. Olsun, kendileri engin duygularını anlatsın… Ben tablolara bakarken, zihnimden bir bulut demeti geçti… 

DÜNYANIN BÜTÜN DİLLERİNDE ŞÜKÜR
Bir anda kendimi Uzakdoğu’da buldum. Uzakdoğu, kültürüne hayran olduğum bana göre insanlığın en kadim medeniyeti. O medeniyetin kültürüne uygun giyimli, – deyim yerindeyse – bana kelebeği çağrıştıran bir hanım efendi. Bir gazeteci arkadaşım ile röportaj yapıyordu. Son cümlesini duydum: Adana’ya mutlu gelecek getirmeye geldim. 
Öyle bir söyleyiş biçimi var ki, duyar duymaz mutlu olmamak elde değil. Röportajı bitmişti: 
“Uzakdoğu’dan geliyorsunuz herhalde?” diye sordum. Yüzünü kırıştırdı: 
Uzakdoğu demeyin lütfen… Uzak derseniz uzak olur. Yakın doğu deyin, yanımızdaki doğu deyin…
Funda Şadiye Arval bu cümleyi kurdu ve gerçekten mitolojik öykülerde olduğu gibi uzak doğu yanıma düşecek kadar yakınlaştı. 
“Babam Çinli” diyerek başladığı sohbet, Asya kültürünün derinliğine dönüştü. “Tanrılaşan Prens: Buda” kitabımdan konu açıldı. Hemen internetten kitabı bulup kapağına baktı. 
“Kapaktaki Buda ile aynı kıyafetleri giyinmişiz. Bu bir rastlantı olamaz” dedi. Sonra bir tablosunu anlattı. 
“Bu manzarayı tasarladım. Gerçekte böyle bir yeri görmedim. Yıllar sonra Çin’e gittiğim zaman tablosunu yapmış olduğum manzaranın aynısını gördüm. İnanamadım. Burası lanetli bir gölün kıyısında olan bir konak… Çok hüzünlü bir hikâyesi var. Bir birine kavuşamayan âşıkların öyküsünü anlatır. Hala bu güne kadar, görmediğim bu manzarayı hayalimde nasıl tasarlayıp da tabloya döktüğümü çözmüş değilim” dedi. 
“Şükür” kavramını dünyanın bütün dillerinde yazıp panoya asmış. Hepsi de farklı renklerde. Ve o renkleri taşıyan bir kadın figürü çizmiş… Hem yaratıcının verdiklerine hem de kadının varlığına bir şükür gibi algıladım. 
“Son olarak Türkiye’ye bir mesajın var mı?” diye sordum: 
“Size mutlu gelecek getirmek için buradayım” dedi. 

MESUT DİKEL: ÇİZGİYE RUH VE MİSTİSİZM…
Eline iz bırakacak bir araç geçince bir yüzeye çizgi çizmeyecek insan yoktur. Yeter ki iz bırakacak bir yüzey ve bunları kullanacak bir parmak omlun: çizgi hazırdır. 
Ama çok az insana insanda çizgiye bir anlam katma yeteneği vardır. Ve ondan daha az insanda da ruh katma yeteneği vardır. 
Çizgiye anlam katmak için özellikli insan olmak gerekir. Çizgiye ruh katmak ise yetenekli insanları başarabileceği bir sanat… Ayrıca bir çizgiye mistisizm katmak ise dâhilerin işidir. 
Bu dahilere hat sanatçısı diyorlar. Ben bu sanatçıların en derinlerinden biri ile tanıştığım için kendimi şanslı hissediyorum: Mesut Dikel Beyefendi’den söz ettiğimi çoğu insan anlamıştır. 
Bu kez sanatını konuşmadık. Uzun zamandır görüşmediğimiz için yarenliğimiz oldu. Özlem, sanat konuşmamıza engel oldu. 
Uluslararası platformda saygın yeri olan Sayın Mesut Dikel: 
“inadına Adana’da kalacağım… Bu topraklara borcum var. Ben bu toprakların ilmek ilmek işyeyip bu hale getirdiği bir insanım. İnsan kendini doğuran anasını terk eder mi? Ben de Adana’yı terk etmeyeceğim…”
Eh, bu da kendisini büyüten ayrı bir meziyeti olarak not düşüyorum.  

Gelecek bölümde
Yıkıntıdan doğuş: Deprem gerçeği….